1 Şubat 2010 Pazartesi

Bir Demir Leblebidir Çiğneyene Aşk Olsun

Bu kişisel yazıyı, beni tanımayan bir insanın okuma zahmetine girmesine gerek yok. Anlatacağım hikâye, son dönemde yaşadığım büyük hayal kırıklığının tarihine bir göz atma amacı taşıyor. Bir aşkı anlatacağım. Bu aşkı paylaşmayan tanıdıklarımın da okumasına gerek yok doğrusu.

Antik çağlar kadar eski görünen bir zamanda, babam sigaralarını yer gibi uç uca eklerdi. Arzum Apartmanı’nda otururduk. Çocuk aklımla yanlamasına uzayıp giden binanın neden dikine uzatılmamış olduğunu düşündüğümü anımsıyorum. Dallas, ben o apartmanda çocukluğumu geçirirken yayınlanırdı. Ve ben tüm benzinliklerin altında petrol kuyuları olduğunu zannederdim. Yatmaya gönderilmeden önce ucundan kıyısından gördüğüm Dallas olmasaydı petrol kuyusunun ne olduğunu bilmeyecek ve yukarıdaki hataya da düşmeyecektim. Bizi biz yapan, çeşitli yargılar vermemizi sağlayan; hatalar, olmadık çıkarımlar yaptıran hep bilgi birikimimiz. Ancak aşk dediğimiz, âşık olmak dediğimiz; bilgi birikimimizden tamamen muaf... Tüm birikimimizle uğraşsak da tanımlayamadığımız bu olgu konusunda birikimimiz, nerede durduğumuz gibi mefhumlarla çıkarım yapmaya çalışmak ne kadar da gülünç oluyor. Necip Fazıl metafizik üzerine yazarken “madde”nin varlığını tamamen reddetme ifrâdına kaçıyordu. Maddeyi reddederken de beş duyumuzun toplamıyla birden algılayamadığımız, şairin deyimiyle “künhüne varamadığımız*” bir “şey” nasıl var olabilir argümanına başvuruyordu. Gerçekten de aşırı. Ancak bir mefhumun künhüne varmaktan bahsettiğimizde künhüne varmayı asla başaramadığımız aşk’ı hatırlamalıyız. Aşk’ın kimyası, simyası, fiziği, metafiziği… Aşkın künhüne varmak? Aşk’ı algılayabileceğimiz tüm donanımı elde etsek bile bir yanının eksik kalacağı aşk üzerine tek kesinliktir*.

Arzum Apartmanı’nın birinci katında, camlarında demirden kafeslerin olmamasına rağmen hiç korkmadığımız dairede, TRT spikerleri oyun durduğunda sakatlarla konuşmak için sahaya girerken henüz babam sigaralarını hiç durmadan içerdi. Maltepe o zamanın iyi sigaralarındandı sanırım. Ben henüz farklı sigaraların farklı tatları olabileceğini bilmiyordum. O beyaz sigaradan, önce babamın ciğerlerine sonra da geniş salona akan dumanlar mistik bir görüntü yaratırdı. Havayı biraz boğar, görüşü kısıtlardı. Sarı Fırtına gerçekte olduğundan bile daha hızlı görünür, hatta zaman zaman görünmezdi. Sarı Fırtına olmak isteyemezdiniz. Olsanız bir zararı yoktu gerçi. Ancak Sarı Fırtına’nın yaptıklarını yapabileceğinize inanamazdınız. Bir çocuğun hayal dünyasında (en azından benimkinde) He-man olabilmenizin önündeki tek engel o koca kılıç sırtınızda bir yerlerde dururken ödlek prens Adam’ın kimseye göstermeden salınabilmesiydi. Devre arası olduğunda babam odayı havalandırmak için Balkonun kapısını açar, bir öncekine eklediği sigarasını tüttürmek için beni de yanına alır balkona çıkardı. Bir şeylerden şikâyetçiydi hep. Aksayan bir şeyler vardı. Bir yandan şikâyetlerini anlatırken diğer yandan da mavi gözlerde nadiren görebileceğiniz bir sıcaklıkla, kendisi bile farkında olmadan aşkını anlatırdı. Zaman içerisinde aynı hedefe yönlenmiş pek çok kimsenin aşkları üzerine okuduğumda hepsinin de babamın bakışlarında özetlenen o imkânsız tanımı bir yerlerinden tutmaya çalıştıklarını görüp balkondaki çocuk kadar, belki ondan bile fazla heyecanlandığımı gördüm. Kelimeler babamın ağzından üzerini sis kaplamış bir derenin oluşturduğu çağlayanlar gibi dökülürken onu saran aşkın benim de yavaş yavaş içime işlediğini şimdilerde anlıyorum. Sözlerin çağlayanı, içimde kendisine göre bir mağara açıyor, mağarasına yerleşip katılaşıyor, katılaştıkça ısınıyordu…

Bir çocuk neden sevdiğini asla sorgulamaz. Sevgisine bir sebep aramak için uğraşmaz. Erkeklerse hep çocuk kalırlar. Zaman içerisinde sevgiye dair sordukları tek sebep sorusu, kendilerine yönelik sevgi üzerinedir: “Beni neden seviyor?”. Ancak kendi sevgisi için bir sebep aramaz. Arandığında bulunabilir, yine de bulunanlar cevabı tam olarak karşılamaya yeterli gelmeyecektir. Bir şeyler hep eksik kalır. Üstelik burada bahsetmeye çalıştığım sevgi mazoşist bir sevgidir. Tepegöz’ün yumurtası gibidir. Sopalar üzerimize indikçe artar bağlılık. İlk yarıda üç gol attıktan sonra, ayaklarımızı uzatıp rahatladığımızda üç gol yiyip bize feleğimizi şaşırttığında inadına artar sevgimiz. Gidip sekiz gol birden yediğinde kendi acımızı unutup bağrımıza basmak yaralarını sarmak isteriz. Buna izin vermese de… Aşk zaten karşılık bulamadıkça perçinlenmez mi? O bizi ittikçe yapışırız. En güzel ağabeylerimiz aşklarından kanser olup hayata veda ederken, bizde bu aşkın ilk kıvılcımlarının çakmasına sebep olanlara sövmek aklımıza gelmez.

Kim bilir kaç tane Türk filminde başrol oynayan köylü kızı dışarıdan müdahaleyle yalancı bir medeniyetin kıyafetine bürünüp kendisini horlayanlara günlerini göstermiştir. Oysa biz, ekranın diğer tarafındakiler o kızı, o köylü haliyle sevmişizdir. Şehirli urbalara büründüğünde dahi içinde olduğunu bildiğimiz köylü kızı özleriz. Her an eğreti kıyafetinden soyunup köylü haliyle geri dönecek umuduyla bekleriz. Arzum Apartmanı*’nda tutulduğum aşkın nesnesi de kendi arzusuna muhalif bir şekilde kıyafetlerinden soyunuyor, soyunduruluyor yıllardır. Yalnız arada büyük bir fark var. Köylü kızı yeni urbalarına bir öncekiler kadar uyumlu bir şekilde girse de benim aşkım yeni urbalarıyla bir canavara dönüşüyor. Bu dönüşüme bu sene de dur diyememiş olsak da köylü kızın, üstelik üzerine oturmayan kıyafetlerinden sıyrılmasını, tekrar bizim olmasını umutla, hırsla, öfkeyle bekliyoruz.

Amoris vulnus idem sanat, qui facit…
* Künh deyince, bu blog’un isim babası her ne kadar Gelibolulu Âlî olsa da Necip Fazıl’ın da bu büyülü kelimenin benim zihin dünyama girmesindeki katkısını yabana atmamam lâzım.
** Bu tanımı ve daha neleri bana hediye edene, dünyanın tüm teşekkürleri bir araya gelse de karşısında hiçbir kıymetleri olmayacağı için teşekkür etmiyorum.
*** Apartmanın isminden kelime oyunu yapmamak için kendimle nasıl bir savaş verdiğimi bilemezsiniz.

4 yorum:

  1. Beni neden seviyor sorusu üzerinde çok düşünen erkekler, bir süre sonra çok kibirli bir hale bürünüyor. Kendi sevgisinin şahsından doğduğuna, bir lütuf olduğuna inandırıyor kendini...

    YanıtlaSil
  2. öncelikle, istersen kaç, çünkü sahibi geldi.

    ben aslında tam tersini kast etmiştim. tabi bu sevdiklerini yücelten, "bu yücelik mertebede benim gibi sıradan mahluku neden seviyor" sorusunu soranlar. var böyleleri..

    YanıtlaSil
  3. davuk geldi!

    sevdiklerini yücelten erkeklere saygımız sonsuz ama nedense henüz rastlamadım.

    genelde erkek milletinde çocukluktan beri pompalanan "çüküm var, öyleyse süperim, tüm kadınlardan üstünüm" hadisesi tekerrür ediyor her seferinde.

    YanıtlaSil
  4. kıymetli kahvegibi, bu postunuzun altmetninde sevdiğini yücelten erkeği ne kadar da gay tarif ediyorsunuz:)

    homofobiden nasibini almamış bir insan evladı olarak "benim gibi dandirikten bir insanı nasıl seviyor ki?" sorusunu dakkada bir soruyorum diyeyim.

    YanıtlaSil