27 Ekim 2009 Salı

Hatırat: Tuna Boyunca Anılarla Ezgiler

Uzun süredir güncelleyemediğim bloguma yeni bir tagle dönüş yapıyorum. Kitap tanıtımları…

Seçtiğim ilk kitap Eugenia Popescu Judetz’in “Tuna Boyunca Anılarla Ezgiler”i. Bu kitabı seçmemin özel bir nedeni yok. Tabi Tuna Nehri üzerine yaptığım araştırmalar süresince onca sıkıcı yazı ve evrakın içerisinde kaybolmuşken bana korunmuş bir adada eğlenceli bir tatil yapıyormuş hissi veren metne duyduğum minnettarlığı saymazsak. Korunmuş bir ada diye yazdım, kitabın kapağında maalesef korunamamış bir adanın resmi bulunuyor. 400 yıl boyunca Türkler'in yaşadığı Adakale 1968 yılında Demirkapı Barajı’nın suları altında kalarak tarihten silindi. Ada’nın tarihçesini ve 20. yüzyıldaki vaziyetini Judetz’in anlatımından okumak ayrı bir zevk doğrusu.


Kitabı bölüm bölüm özetlemek gibi bir niyetim yok. Yoksa Yergöğü (Giurgiu), Bükreş, bir miktar Brel (Braile); hepsi ayrı bir lezzette anlatılmış. Ayrıca kitabın başlığından anlaşılacağı üzere Tuna’dan aşağı doğru Tuna’nın kimi zaman durgun, kimi zaman azgın, sarı mı mavi mi olduğu anlaşılamayan istikrarsız sularında harmanlanan Balkan ezgileri derlenmiş. Metin içerisinde halk şarkıları ve notaları da bol miktarda mevcut.

Judetz iyi bir gözlemci, akıcı bir metin yazarı, iyi bir halkbilimci, iyi bir müzikolog, iyi bir sanat tarihçisi ve tarihçi. Tüm bu özellikler bir araya geldiğinde ayrıntılarla zenginleşmiş bir metin ortaya çıkmış. Fotoğraflarla ve metin içinde sözleri, notaları bulunan kimi eserlerin icralarının bulunduğu bir cd’yle de süslenince tadından yenmez hale gelmiş.

Son olarak kitabın anlatım tekniğinden biraz bahsedeceğim. Judetz kendi anılarını anlattığı Tuna kentlerinin tarihleriyle harmanlayarak sunmayı tercih eden bir teknik benimsemiş. Şahsen benim hoşuma gitti.

Eugenia Popescu-Judetz, Tuna Boyunca Anılarla Ezgiler, Çev. Figen Bingül, Pan Yayıncılık, İstanbul-2006

8 Şubat 2009 Pazar

KENDİNİ ANLATMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ

Doğu kültürünün içinde yetişmiş insanlar olarak “ben’i silmek” çok erken yaşlarda öğrenmek durumunda olduğumuz bir zorunluluk. Hayatın içerisinde anonim kalmak, dağları taşları ezen bir egoya sahip olmamak bizden ısrarla talep edilen bir özellik. Bunun için eğitiliyor, bunun için törpüleniyoruz. Türk-İslam ikliminin hem ortodoks hem de heterodoks tarikatlarında insan-ı kamil’e giden yolun önemli menzillerinde biri nefsi kırmaktır. Benliği yok etmek anlamına da gelebilir. Her ne kadar değişik tarikatlarda amaçlanan farklı olabilse de…


İnsan gerçekten toplumsal bir varlık mıdır? Sorunun cevabını bulabilmek çok kolay değil. Dinsel temelli bir yaratılış teorisi benimsediğimiz zaman pek de toplumsal varlıklarmış gibi durmuyoruz. Ancak bilimsel teoriler de insanların kökenini toplumsal varlıklara dayandırdıklarından ötürü bu ikili aralarındaki sorunları çözmedikleri sürece bu soru da cevapsız kalmaya devam edecek. Elbette bu sorunun cevabı temele indiğimizde dahi yanıtsız kalabilir. Bu arada “Yalnızlık Allah’a mahsustur” kalıbını direkt anlamıyla aldığımızda dinsel temelli yaratılış teorilerinin uzağında kaldığımız düşünülebilir. En azından formel İslam için durum böyle. Ancak bu mahsusiyette yalnız kalabilme yerine yalnızlıkla kendini üretme anlamı da arayabiliriz. Böyle düşündüğümüzde ise tek-tanrı dışı varlıkların kendi özlerini yeniden üretme süreçlerinin karşıda bir birey olmadan yapılamayacağı sonucuna varırız. Pekâlâ, şimdi gelelim problemin asıl zorlu tarafına: Birey muhatabı olmadan üretim yapar mı? Ya da böyle bir üretimin anlamı var mıdır? Bu soruyu şu an için cevapsız bırakırken kapitalist pratikte gereksiz üretimi rasyonalize etmek için geliştirilen gizli açık söylemin varlığını hatırlatmakla yetinelim.

Buraya kadar insan kendini neden anlatır ya da anlatmalı mıdır gibi bir sorunun iki yönüne vurgu yapmaya çalıştım. Birincisi kendini anlatmanın bireyin mensup olduğu medeniyet gurubuyla ilgili olmasıydı. Yani ontolojik bağlamı deşmeye çalıştım. İkinci grupta ise daha evrensel bir yaklaşım sergileyerek konunun epistemolojik bağlamına eğilmeye çalıştım ve var oluş süreciyle evrensel pratiğe geçirilmiş bir ideolojinin* buluştukları noktada kendi varsayımlarını karşı konulamaz gerçeklik olarak kabullendirebileceklerini vurgulamak istedim. Bilemiyorum ne kadar başarılı olabildim.

Bundan sonra soyutları bir köşeye bırakıp daha somut yazmaya başlayabilirim. Bu cümleye kadar gelmeyi başaranların hakkıdır bu. Benim insan ilişkileri ile ilgili olarak aldığım ilk derslerden biri cümlelere “ben” kelimesiyle başlamanın sakıncalarıydı. Nedenini çok da iyi kavrayamamış olmakla beraber bu nasihat mantıklı gibi görünmüştü. Şimdi düşününce iki sebebe bağlayabiliyorum. Birincisi kişisel olarak sürekli kendinden bahseden insanlardan hiç hoşlanmadığımı biliyordum. Tabi benim kişisel beğenilerimin dünyanın gidişatıyla ilgili hiçbir etkide bulunmadığı da belli. Kişisel beğenilerimizin hayata bir etkide bulunabilmelerinin tek yolu çoğunluğunkilerle örtüşmeleri sanırsam. Ya da yaşadığımız şu demokrasi mastürbasyonuyla dolu çağda çoğunluk fikrinin kutsallığı, gerçekliği, doğruluğu zihinlerimize çakılmış durumda. Burada doğru ve gerçek, doğru’nun göreceliği üzerine uzun uzadıya tartışacak değilim. Fakat çoğunluğun doğru kabullendiğine doğru demekten başka şansımın olması beni aşırı derecede bunaltıyor. Yıldırıyor. Çoğu zaman aptalca tartışmaların içine girmemek için görüşlerimi kendime saklıyorum ve bu da ikiyüzlü bir insana dönüşmekten korkmama sebebiyet veriyor. İşte “kendinden bahsetmenin dayanılmaz hafifliği” dediğim şey tam da böyle bir durumda ortaya çıkıyor. Peki ama neden bazıları kendilerinden bahsettiğinde bu hafiflik olmuyor da bazıları için durum tam tersi? Bunu ileride tartışmak üzere bırakıp cümlelere “ben” kelimesiyle başlamama nasihatini doğrudan kabullenmemin ikinci sebebine geçeyim: açık bir düşünce tembelliğim vardı. Hazır kalıpları kabullenmeye alışmıştım ve bu kolaylık oldukça cazipti. Bu ve bunun gibi pek çok konu daha önceden tasnif edilip yargılar baştan konulmuş bana ise sadece var olan yargıları kabullenmek kalmıştı. Pek çoğumuz gibi kolay olan yolu seçip herhangi bir sorgulama sürecine tabi tutmadan kendi kişilik özelliklerim arasından “ben”den söz etmemeyi ekledim. Böylece arkeolojik bir çalışma yapmama, ya da Amerika’yı yeniden keşfetmeme gerek kalmıyordu.

Gelelim bazı insanların “ben”den bahsederken bencil görülmemelerine, sanırım burada temel öneme haiz husus konuşmanın bağlamına “ben”in yedirilmesi ve temeldeki niyet. İnsanların bir konuşmayı gerçekleştirirkenki niyetlerini anlamak çoğu zaman kolaydır. Lafı çok fazla dolaştırmadan söylemek gerekirse; bir insan yaptığı konuşmayı kendisiyle ilgili konulardan bahsetmek için yapıyorsa bunu gizlemesi çok da kolay olmamaktadır. Çünkü “ben” merkezi teşkil ederken diğer konular konuşma metninin içindeki ayrıntıları oluşturur. Diğer yandan “ben”i metnin içinde bir ayrıntıya dönüştürerek gizlemeyi başaran insan “hafif” olarak görülmeyecektir. Esasına bakılırsa ikisinin de yaptığı aynı şeydir. Bencilliği büyük bir suç olarak görüyorsak kendisinden bahsetmeyi ustalıkla kotaran insanın daha büyük bir suçlu olduğuna kanaat getirebiliriz. Çünkü o aynı zamanda iyi bir dolandırıcıdır.

Peki “ben”i yok etmemek gerçekten büyük bir suç mudur? Bunun irdelemeleri mistik bağlamda yapılmıştır. “Ben”i kırmayan toplumların birer cemaat hüviyetinden sıyrıldıkları, birbirlerine olan ilgi, düşkünlük ve şefkatlerinin azaldığı vs. ile ilgili sonuçlara ulaşılmıştır. Dolayısıyla bu durum eleştiriye tabi tutulur. Hatta doğu toplumları bunu batı toplumlarına karşı bir üstünlük nişanı olarak taşımaktan kıvanç duymaktadırlar. Batılıların sanatsal metinlerinde ise bu özeleştiriye yoğun olarak rastlamak mümkün. Yalnız burada bir ayrıntıya daha dikkat çekmek gerekir. Doğu toplumu batılıların idealize ettikleri “cemaat” olmaktan oldukça uzaktadırlar.

Başa dönerek yazıyı bitirelim. "Ben" konusunu açığa kavuşturmak için yapılan tüm girişimler anlamsızdır (benim girişimimde olduğu gibi). İnsan’ın kendine mi yoksa dışa dönük bir varlık mı olduğuna dair yapılan çözümlemelerde ele alınan dayanaklar hatalıdır. Gösterilen kıyasların konuyla ilgisi yoktur. İnsanların ilk dönemlerine bakılarak yapılan yargılamalar iki sorun içerir: Öncelikle insanlığın ilk dönemleri ile ilgili bilgilerimiz kıt ve çetrefillidir. Dinsel ya da bilimsel veriler kullanılamayacak kadar dağınıktırlar ve birbirlerini yalanlarlar. Bunun ötesinde ise kesin verilere sahip olmamız durumunda da ulaşacağımız sonuçların hiçbir anlamı olmayacaktır. Çünkü biz ilk dönemlerde yaşamış insanlardan çok farklı canlılarız. Genetiğimiz birbirine benziyor olsa da deneyimler sonucu geldiğimiz noktada ne ihtiyaçlarımız ne de tepkilerimiz onlarınkiyle örtüşmez. Daha önce bahsetmediğim bir diğer kıyas yöntemi ise hayvanlarla insanlar arasında yapılan kıyaslar ki bunları söz konusu etmeye bile değer bulmuyorum.

Belki de “ben” denilen kavramın hiçbir anlamı yok ve belki de “biz” bu kavramı sadece kendimize eziyet etmek için büyük bir sorunsal haline getiriyoruz. Belki de hayata ve dünyaya dair anahtar arayışlarımızın gereksiz, besinsiz bir meyvesidir. Ben’le ilgili sorunları çözdüğümüzde dünyayı daha berrak kavrayacağımız, anahtara bir adım daha yaklaşacağımız yanılsaması içerisindeyiz. Oysa anahtarın varlığından şüphe etmeyi aklımıza getirdiğimizde dünya çok daha berrak bir şekilde görülebliir.

5 Ocak 2009 Pazartesi

EKONOMİK SİSTEMLER ve KURUM – BİREY İLİŞKİSİ

“Kendimi bildim bileli” klişesini öğrenmemden beri içerisinde bulunduğum kurum, ideolojik topluluk vb. ile nasıl bir ilişki kuracağımı belirleyememişimdir. Bir aidiyet eksikliği hissederim hep. Oturduğum mahalleye, okuduğum okula, çalıştığım kuruma, yaşadığım şehre aidiyet bağıyla bağlanamamışımdır. Bu bireysel eksiklik bireylerin kurumlar ve kurumların bireyler üzerindeki belirleyiciliklerini tespit etmek açısından bana hem avantajlı hem de dezavantajlı bir konum veriyor. Avantajlıyım çünkü bir birey olarak bağlantıda bulunduğum kurumlara aidiyet duyamamam bana objektif olma imkânı sağlıyor. Dezavantajlıyım çünkü bu ilişkiyi birinci elden tanıma şansım olmadı.

Burada ne tür kurumlarla ne tür bireyler aidiyet ilişkisine girerler gibi bir liste verecek değilim. Ancak çok kısaca bir banka personeli ya da “ayakta yemek” zinciri çalışanı ile kurumu arasında böylesi bir ilişki gelişebilir. Hatta bu aidiyet ilişkisi kurumlar tarafından dayatılır. İdeolojik ekonomi modellerinde ideoloji bu aidiyeti kendisi için beklerken tarih boyunca her türlü yönetim modelini kendi yararına yorumlayıp bu yorumuna uyduran kapitalizm bireyin kendisine sövmesini umursamaz. Kapitalist aygıtlara aitlik var olsun yeter. Kapitalizm sosyalizmi kendince yorumlamadı ya da yorumlamayı başaramadı şeklinde düşünen olursa “sosyal demokrasi” kavramının sosyalizm isteyen toplulukların arzularını kapitalist ekonomi içerisinde tatmin etmek değil de nedir sorusunu ciddi olarak düşünmesini tavsiye ederim.

Bu iki ekonomik model üzerine yazdığıma göre bir de “şu daha iyi” yargısı vermek gerekebilir. İlk bakışta ideolojisine bağlılık ölçüsünde özgürlük vaad eden sosyalizm’e göre kendisine yönelik her türlü eleştiriyi sineye çeken kapitalizm çok daha özgürlükçü görünebilir. Fakat eleştiri bir teoridir temelde. Sosyalizm kendisine alternatif bir fikir sistemiyle barışık olarak var olma yeteneği gösterememiştir. Çünkü sosyalizm tüm ekonomik aracıları devlet bünyesinde toplar ve teoride tüm bireylerin birer üretici olarak bu tek kurum çatısı altında toplanmalarını öngörür, haliyle tüm bu bireyler devlete dönük olarak kurumsal aidiyet hissetmekle mükellef tutulurlar. Benzer bir şekilde kapitalist kurumlar da tek tek kendilerine bağlılık beklerler. Aradaki tek fark sosyalizm’in kendisine ideolojik bağlılık beslenmesini de sağlama hedefidir. Sosyalizm Kapitalizm’e göre daha kesin bir bağlılık bekler. Çünkü Sosyalizm’in kendi başına bir albenisi yoktur, günü kurtarma adına bir pakete sahip değildir. Sosyalizm’in vaadleri –eğer gerçekleşecekse- uzak gelecek içindir. Sosyalist düzene mensup olacak bireyler kendi hayatlarından ve belki de çocuklarınınkinden daha ötelerdeki insanlar için vazgeçmek durumundadırlar. Oysa Kapitalizm çabuk ve görülür başarı vaad eder. Kapitalist düzende yaşayanlar Kapitalizm’in vaadini gözleriyle görme, elleriyle tutma şansına sahiptirler. Kapitalizm bir paket çikolata gibidir, şişmanlatıyor ama yine de seviyorum, diyebilirsiniz. Sosyalizm Çin topraklarına benzer, sizi pirince muhtaç eder. Durmadan pirinç yerken sizden beklenen, sizi pirince muhtaç bırakan sisteme koşulsuz bağlı kalmanızdır. Bu arada etrafta afiyetle çikolatasını gövdeye indiren insanlar da mevcuttur. Haliyle Sosyalizm kendisini modifiye eder, bir devlete yerleşmeden önce tutturduğu özgürlükçü söylemi terk eder ve zorunluluklar başlar. Bu zorunluluğu uygulamaya koyanlar bir başka deyişle Sosyalizm’i uygulama sahasında yöneten kadrolar bu zorlayıcı tutumun geçmişteki özgürlükçü söyleme zarar vermediğin can-ı gönülden inanırlar kanımca*. Daha önce de belirttiğim üzere Sosyalizm gelecekçi bir sistemdir. Gelecekteki vaadlerinin gerçekleşeceğinin garantisi olmasa da… Esasında Sosyalizm’in kendisiyle ilişkide bulunan bireyleri ideolojisine mensup olmaya zorlayan gelecekçilik Kapitalizm’in ayakta kalmasına hizmet eden en önemli kozlarından biridir. Kapitalist sistemin çok da matah olmadığı pek çok kişinin kabulüdür. Özellikle de sistem içerisinde kapital olmadan yaşam idame ettiren bireyler bu kabule sahiptirler. İşte Kapitalizm’in sihri oradadır ki ayakta kalmasını bu bireylere bağlı bir şekilde sağlar. Kapitalizm’den hoşnutsuz olan bireyler Kapital’i kısa hayatlarının bir bölümünde elde edebilecekleri umudunu haklı olarak taşırlar. Böyle bir umudun sürekli varlığı da Kapitalizm’in kendi adına çok da endişeli olmasının önüne geçer. Kapitalizm-Sosyalizm konusundaki bir ayrımı daha gözden geçirerek bu bölüme son verelim. Kapitalizm’in bireylerde aidiyet uyandırma stratejisi de oldukça sıra dışıdır. Sosyalizm ideolojisini bireyler üzerinde daha ziyade duygusal –olmadı baskıcı- bir şekilde benimsetirken Kapitalizm kendisinden bahsetmeme yolunu seçer, kendine aidiyet oluştururken kendi erdemlerini öne çıkarmak yerine öteki’sine nefret oluşturmak suretiyle bireyi kendisine bağımlı kılar. Ben çocukken babaannem anlattığı dinsel hikâyelerin arasına küçük dini bilgiler de serpiştirirdi. Bunlardan en akılda kalıcı olanı elbette Kıyamet’le ilgili olanlarıydı. Bir keresinde “Kıyamet kopmadan önce dünyadaki tüm insanlar Müslüman olacaklar ve sonra İslam tek bir Müslüman kalmayasıya gönüllerden silinecek, son Müslüman da ortadan kalktıktan sonra Kıyamet kopacak. Kıyamet’in dehşetini hiçbir Müslüman görmeyecek” demişti. Tüm dünyanın tek bir dine ya da görüşe mensup insanlarla kaplı olması çok abartılı bir düşünce doğrusu. Böyle bir şey gerçek olabilse ve tüm dünya Kapitalist bir yönetimle yönetilse düzen çok kısa sürede çökecektir, çünkü Kapitalizm ötekisi olmadan yaşayamaz.

* İleride bu blogta yayınlamayı düşündüğüm Andrei Chikatilo nam-ı diğer Citizen X yazısında bende bu kanaatin oluşmasının sebepleri hakkında fikir verebilir.