8 Şubat 2009 Pazar

KENDİNİ ANLATMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ

Doğu kültürünün içinde yetişmiş insanlar olarak “ben’i silmek” çok erken yaşlarda öğrenmek durumunda olduğumuz bir zorunluluk. Hayatın içerisinde anonim kalmak, dağları taşları ezen bir egoya sahip olmamak bizden ısrarla talep edilen bir özellik. Bunun için eğitiliyor, bunun için törpüleniyoruz. Türk-İslam ikliminin hem ortodoks hem de heterodoks tarikatlarında insan-ı kamil’e giden yolun önemli menzillerinde biri nefsi kırmaktır. Benliği yok etmek anlamına da gelebilir. Her ne kadar değişik tarikatlarda amaçlanan farklı olabilse de…


İnsan gerçekten toplumsal bir varlık mıdır? Sorunun cevabını bulabilmek çok kolay değil. Dinsel temelli bir yaratılış teorisi benimsediğimiz zaman pek de toplumsal varlıklarmış gibi durmuyoruz. Ancak bilimsel teoriler de insanların kökenini toplumsal varlıklara dayandırdıklarından ötürü bu ikili aralarındaki sorunları çözmedikleri sürece bu soru da cevapsız kalmaya devam edecek. Elbette bu sorunun cevabı temele indiğimizde dahi yanıtsız kalabilir. Bu arada “Yalnızlık Allah’a mahsustur” kalıbını direkt anlamıyla aldığımızda dinsel temelli yaratılış teorilerinin uzağında kaldığımız düşünülebilir. En azından formel İslam için durum böyle. Ancak bu mahsusiyette yalnız kalabilme yerine yalnızlıkla kendini üretme anlamı da arayabiliriz. Böyle düşündüğümüzde ise tek-tanrı dışı varlıkların kendi özlerini yeniden üretme süreçlerinin karşıda bir birey olmadan yapılamayacağı sonucuna varırız. Pekâlâ, şimdi gelelim problemin asıl zorlu tarafına: Birey muhatabı olmadan üretim yapar mı? Ya da böyle bir üretimin anlamı var mıdır? Bu soruyu şu an için cevapsız bırakırken kapitalist pratikte gereksiz üretimi rasyonalize etmek için geliştirilen gizli açık söylemin varlığını hatırlatmakla yetinelim.

Buraya kadar insan kendini neden anlatır ya da anlatmalı mıdır gibi bir sorunun iki yönüne vurgu yapmaya çalıştım. Birincisi kendini anlatmanın bireyin mensup olduğu medeniyet gurubuyla ilgili olmasıydı. Yani ontolojik bağlamı deşmeye çalıştım. İkinci grupta ise daha evrensel bir yaklaşım sergileyerek konunun epistemolojik bağlamına eğilmeye çalıştım ve var oluş süreciyle evrensel pratiğe geçirilmiş bir ideolojinin* buluştukları noktada kendi varsayımlarını karşı konulamaz gerçeklik olarak kabullendirebileceklerini vurgulamak istedim. Bilemiyorum ne kadar başarılı olabildim.

Bundan sonra soyutları bir köşeye bırakıp daha somut yazmaya başlayabilirim. Bu cümleye kadar gelmeyi başaranların hakkıdır bu. Benim insan ilişkileri ile ilgili olarak aldığım ilk derslerden biri cümlelere “ben” kelimesiyle başlamanın sakıncalarıydı. Nedenini çok da iyi kavrayamamış olmakla beraber bu nasihat mantıklı gibi görünmüştü. Şimdi düşününce iki sebebe bağlayabiliyorum. Birincisi kişisel olarak sürekli kendinden bahseden insanlardan hiç hoşlanmadığımı biliyordum. Tabi benim kişisel beğenilerimin dünyanın gidişatıyla ilgili hiçbir etkide bulunmadığı da belli. Kişisel beğenilerimizin hayata bir etkide bulunabilmelerinin tek yolu çoğunluğunkilerle örtüşmeleri sanırsam. Ya da yaşadığımız şu demokrasi mastürbasyonuyla dolu çağda çoğunluk fikrinin kutsallığı, gerçekliği, doğruluğu zihinlerimize çakılmış durumda. Burada doğru ve gerçek, doğru’nun göreceliği üzerine uzun uzadıya tartışacak değilim. Fakat çoğunluğun doğru kabullendiğine doğru demekten başka şansımın olması beni aşırı derecede bunaltıyor. Yıldırıyor. Çoğu zaman aptalca tartışmaların içine girmemek için görüşlerimi kendime saklıyorum ve bu da ikiyüzlü bir insana dönüşmekten korkmama sebebiyet veriyor. İşte “kendinden bahsetmenin dayanılmaz hafifliği” dediğim şey tam da böyle bir durumda ortaya çıkıyor. Peki ama neden bazıları kendilerinden bahsettiğinde bu hafiflik olmuyor da bazıları için durum tam tersi? Bunu ileride tartışmak üzere bırakıp cümlelere “ben” kelimesiyle başlamama nasihatini doğrudan kabullenmemin ikinci sebebine geçeyim: açık bir düşünce tembelliğim vardı. Hazır kalıpları kabullenmeye alışmıştım ve bu kolaylık oldukça cazipti. Bu ve bunun gibi pek çok konu daha önceden tasnif edilip yargılar baştan konulmuş bana ise sadece var olan yargıları kabullenmek kalmıştı. Pek çoğumuz gibi kolay olan yolu seçip herhangi bir sorgulama sürecine tabi tutmadan kendi kişilik özelliklerim arasından “ben”den söz etmemeyi ekledim. Böylece arkeolojik bir çalışma yapmama, ya da Amerika’yı yeniden keşfetmeme gerek kalmıyordu.

Gelelim bazı insanların “ben”den bahsederken bencil görülmemelerine, sanırım burada temel öneme haiz husus konuşmanın bağlamına “ben”in yedirilmesi ve temeldeki niyet. İnsanların bir konuşmayı gerçekleştirirkenki niyetlerini anlamak çoğu zaman kolaydır. Lafı çok fazla dolaştırmadan söylemek gerekirse; bir insan yaptığı konuşmayı kendisiyle ilgili konulardan bahsetmek için yapıyorsa bunu gizlemesi çok da kolay olmamaktadır. Çünkü “ben” merkezi teşkil ederken diğer konular konuşma metninin içindeki ayrıntıları oluşturur. Diğer yandan “ben”i metnin içinde bir ayrıntıya dönüştürerek gizlemeyi başaran insan “hafif” olarak görülmeyecektir. Esasına bakılırsa ikisinin de yaptığı aynı şeydir. Bencilliği büyük bir suç olarak görüyorsak kendisinden bahsetmeyi ustalıkla kotaran insanın daha büyük bir suçlu olduğuna kanaat getirebiliriz. Çünkü o aynı zamanda iyi bir dolandırıcıdır.

Peki “ben”i yok etmemek gerçekten büyük bir suç mudur? Bunun irdelemeleri mistik bağlamda yapılmıştır. “Ben”i kırmayan toplumların birer cemaat hüviyetinden sıyrıldıkları, birbirlerine olan ilgi, düşkünlük ve şefkatlerinin azaldığı vs. ile ilgili sonuçlara ulaşılmıştır. Dolayısıyla bu durum eleştiriye tabi tutulur. Hatta doğu toplumları bunu batı toplumlarına karşı bir üstünlük nişanı olarak taşımaktan kıvanç duymaktadırlar. Batılıların sanatsal metinlerinde ise bu özeleştiriye yoğun olarak rastlamak mümkün. Yalnız burada bir ayrıntıya daha dikkat çekmek gerekir. Doğu toplumu batılıların idealize ettikleri “cemaat” olmaktan oldukça uzaktadırlar.

Başa dönerek yazıyı bitirelim. "Ben" konusunu açığa kavuşturmak için yapılan tüm girişimler anlamsızdır (benim girişimimde olduğu gibi). İnsan’ın kendine mi yoksa dışa dönük bir varlık mı olduğuna dair yapılan çözümlemelerde ele alınan dayanaklar hatalıdır. Gösterilen kıyasların konuyla ilgisi yoktur. İnsanların ilk dönemlerine bakılarak yapılan yargılamalar iki sorun içerir: Öncelikle insanlığın ilk dönemleri ile ilgili bilgilerimiz kıt ve çetrefillidir. Dinsel ya da bilimsel veriler kullanılamayacak kadar dağınıktırlar ve birbirlerini yalanlarlar. Bunun ötesinde ise kesin verilere sahip olmamız durumunda da ulaşacağımız sonuçların hiçbir anlamı olmayacaktır. Çünkü biz ilk dönemlerde yaşamış insanlardan çok farklı canlılarız. Genetiğimiz birbirine benziyor olsa da deneyimler sonucu geldiğimiz noktada ne ihtiyaçlarımız ne de tepkilerimiz onlarınkiyle örtüşmez. Daha önce bahsetmediğim bir diğer kıyas yöntemi ise hayvanlarla insanlar arasında yapılan kıyaslar ki bunları söz konusu etmeye bile değer bulmuyorum.

Belki de “ben” denilen kavramın hiçbir anlamı yok ve belki de “biz” bu kavramı sadece kendimize eziyet etmek için büyük bir sorunsal haline getiriyoruz. Belki de hayata ve dünyaya dair anahtar arayışlarımızın gereksiz, besinsiz bir meyvesidir. Ben’le ilgili sorunları çözdüğümüzde dünyayı daha berrak kavrayacağımız, anahtara bir adım daha yaklaşacağımız yanılsaması içerisindeyiz. Oysa anahtarın varlığından şüphe etmeyi aklımıza getirdiğimizde dünya çok daha berrak bir şekilde görülebliir.