6 Temmuz 2010 Salı

Atlas Tarih: Bir Eleştiri

Atlas Tarih Dergisi’nin ilk sayısı ellerimde. Benim düşünceme göre bir derginin ilk sayısı özenle hazırlanmalı. Dergi zaman içinde tekâmül edip belirli bir çizgiye oturur, moda tabirle değişerek gelişir. Ancak bahsetmek istediğim husus bunun biraz ötesine geçiyor. Derginin sayfa yapısı, bölümlendirilmesi, değişik konuların katılması zaman içinde olur. İlerledikçe dergi de ilk halinden daha güzel, alımlı hale gelir. Fakat ilk sayıdan başlamak üzere belirli bir özen beklenir dergilerden. Atlas Tarih'te bu özeni göremedim maalesef. Tek bir makaleden hareketle bir miktar eleştiri yapacağım. Denilebilir ki derginin tamamına bakılmadan eleştiri yapılır mı? Buna şu şekilde karşı duracağım. Bir derginin başında editör varsa, derginin tamamının aynı özenle çıkmasından sorumludur ve bir bölümde yapılan hatalar, derginin tamamını töhmet altında bırakır. Ben aşinası olduğum bir konuda yapılan fahiş hataların ardından uzağında kaldığım konuları ele alan yazıları şüpheyle okumaya başladım. Bir süre sonra da bu şüphe beni dergiden soğuttu.

Şimdi beni dergiden soğutan makaleyi irdelemeye çalışayım. Derginin yirmi beşinci sayfasında Behice Tezçakar imzasıyla arz-ı endam eden yazı “İngiliz Gözüyle Şeyh Said İsyanı” başlığını taşıyor. İddialı bir başlık bu. İnsanı beklentilere sürüklüyor. Ancak makale içerisinde bize sadece tavşanın suyunun suyu sunuluyor. Kısaca Susan Meiselas’ın gözüyle Şeyh Said İsyanı başlığı konulsa içerikle daha uyumlu olacakmış sanki! Zira Meiselas’ın “Kurdistan: in the Shadow of History” başlıklı kitabından kimi bölümlerden yararlanarak hazırlanmış. Meiselas’ın bir fotoğrafçı olduğu ve kitabı Türk okurunun aşinası olduğu Martin van Bruinessen ile beraber kaleme aldıklarını kısa bir internet araştırmasından sonra öğreneilirsiniz. Bruinessen’in adı yazıda anılmıyor. Kitap içerisindeki malzeme hiçbir eleştiriye, çapraz sorguya, karşılaştırmaya tabi tutulmadan hoyratça kullanılmış.

Yukarıdaki paragrafı daha da vahim duruma getiren kitaptan alınan dokümanların kullanımında hatalar olması! İlk etapta şöyle bir hataya dikkat çekelim. Kitapta Cumhuriyet gazetesinden kimi görseller makale içerisine alınmış ve bu görsellerin içerisindeki eski yazı metinler de güya latinize edilmiş. Tek örnek vereceğim. “Silvan’ın karibinde (yakınında) tayyarelerimiz asilere hücum etti” şeklinde ifade edilen cümlede italikleştirdiğim “karibinde” değil gayet de “garbında” yazılı! Bir de karibindeyi okuyucu anlamaz mantığıyla sadeleştirme gereği duymuşlar. Karibinde’nin “kaf”la garbında’nın ise “gayın”la yazıldığını iyi bir sene geçiren birinci sınıf öğrenciler dahi bilirler. Tek örnek dedim ama bunu da almadan geçemeyeceğim: “Kıtamız isyanın merkezine yetişti” diye latinize edilen bölümdeki kelime "isyan" değil “usât” olacak. Bilmem sadeleştirmek gerekir mi?

Bir de yorum kısırlıkları, araştırma eksiklikleri var. Gerçi bir kitaptaki dokümanın haricinde araştırma yapılmadını belirtmiştim zaten. Bu kitaptaki bir İngiliz belgesi “İşte O Rapor” damgasıyla, magazin mantığıyla sunulmuş. Ancak "o rapor"da ne var? Orasını ben çözemedim. Behice Hanım bu tek belgeye bakarak, İngilizlerin Şeyh Said İsyanı’nda bir rol oynamadıkları yargısını aşağı yukarı çıkarmış. Tabi yasak savmak için çeşitli ifadelere başvurmuş. Bahsi geçen belge İngiltere’nin o dönemdeki Türkiye Büyükelçisi tarafından hazırlanmış tipik bir dışişleri raporu. Belgenin İngilizce aslına metinde yer verilmemiş. Dolayısıyla Türkçe çeviriye bağımlı kalarak yorum yapmak mecburiyetindeyim. Türkçe çevirinin sonunda deniliyor ki: “c. Garip bir biçimde, İngilizlerin Kürt hareketini herhangi bir şekilde kışkırtması veya bu harekete dahil olması yönünde küçük bir bilgi sızmış veya sızdırılmış… Şeyh Said’in Diyarbakır’ı aldıktan sonra Gezireh vasıtasıyla İngiliz makamları ile irtibat kurmayı umut ettiği bildirilmiştir. Bu şimdiye kadar İngiliz faaliyeti hakkında gazete yazılarında yer alan tek haberdir.” Bu cümlelerde benim gördüğüm muğlaklıktan ibaret. Bahsi geçen belgeye dayalı olarak İngilizlerin konuya dahli olduğu yorumunu da olmadığı yorumunu da getirebilirsiniz. Dolayısıyla bu konudaki İngiliz görüşünü ve gerçeğe en yakın sonucu elde etmek için Foreign Office vesikaları arasında biraz vakit geçirmek, dönemdeki gazete yazılarını, hatıratları vesaireyi iyi bir taramak gerekir. Yoksa başkasının karnından konuşarak dergicilik yapmaya gerek yok! İnternet ortamında pek çok birey “bir kitap okudum, olay öyle değilmiş abi” diyen insanlarla dolu… Koca dergiye 10 lira verilmesi için ekte verilen kitaptan başka sebepler de olmalı….

1 Şubat 2010 Pazartesi

Bir Demir Leblebidir Çiğneyene Aşk Olsun

Bu kişisel yazıyı, beni tanımayan bir insanın okuma zahmetine girmesine gerek yok. Anlatacağım hikâye, son dönemde yaşadığım büyük hayal kırıklığının tarihine bir göz atma amacı taşıyor. Bir aşkı anlatacağım. Bu aşkı paylaşmayan tanıdıklarımın da okumasına gerek yok doğrusu.

Antik çağlar kadar eski görünen bir zamanda, babam sigaralarını yer gibi uç uca eklerdi. Arzum Apartmanı’nda otururduk. Çocuk aklımla yanlamasına uzayıp giden binanın neden dikine uzatılmamış olduğunu düşündüğümü anımsıyorum. Dallas, ben o apartmanda çocukluğumu geçirirken yayınlanırdı. Ve ben tüm benzinliklerin altında petrol kuyuları olduğunu zannederdim. Yatmaya gönderilmeden önce ucundan kıyısından gördüğüm Dallas olmasaydı petrol kuyusunun ne olduğunu bilmeyecek ve yukarıdaki hataya da düşmeyecektim. Bizi biz yapan, çeşitli yargılar vermemizi sağlayan; hatalar, olmadık çıkarımlar yaptıran hep bilgi birikimimiz. Ancak aşk dediğimiz, âşık olmak dediğimiz; bilgi birikimimizden tamamen muaf... Tüm birikimimizle uğraşsak da tanımlayamadığımız bu olgu konusunda birikimimiz, nerede durduğumuz gibi mefhumlarla çıkarım yapmaya çalışmak ne kadar da gülünç oluyor. Necip Fazıl metafizik üzerine yazarken “madde”nin varlığını tamamen reddetme ifrâdına kaçıyordu. Maddeyi reddederken de beş duyumuzun toplamıyla birden algılayamadığımız, şairin deyimiyle “künhüne varamadığımız*” bir “şey” nasıl var olabilir argümanına başvuruyordu. Gerçekten de aşırı. Ancak bir mefhumun künhüne varmaktan bahsettiğimizde künhüne varmayı asla başaramadığımız aşk’ı hatırlamalıyız. Aşk’ın kimyası, simyası, fiziği, metafiziği… Aşkın künhüne varmak? Aşk’ı algılayabileceğimiz tüm donanımı elde etsek bile bir yanının eksik kalacağı aşk üzerine tek kesinliktir*.

Arzum Apartmanı’nın birinci katında, camlarında demirden kafeslerin olmamasına rağmen hiç korkmadığımız dairede, TRT spikerleri oyun durduğunda sakatlarla konuşmak için sahaya girerken henüz babam sigaralarını hiç durmadan içerdi. Maltepe o zamanın iyi sigaralarındandı sanırım. Ben henüz farklı sigaraların farklı tatları olabileceğini bilmiyordum. O beyaz sigaradan, önce babamın ciğerlerine sonra da geniş salona akan dumanlar mistik bir görüntü yaratırdı. Havayı biraz boğar, görüşü kısıtlardı. Sarı Fırtına gerçekte olduğundan bile daha hızlı görünür, hatta zaman zaman görünmezdi. Sarı Fırtına olmak isteyemezdiniz. Olsanız bir zararı yoktu gerçi. Ancak Sarı Fırtına’nın yaptıklarını yapabileceğinize inanamazdınız. Bir çocuğun hayal dünyasında (en azından benimkinde) He-man olabilmenizin önündeki tek engel o koca kılıç sırtınızda bir yerlerde dururken ödlek prens Adam’ın kimseye göstermeden salınabilmesiydi. Devre arası olduğunda babam odayı havalandırmak için Balkonun kapısını açar, bir öncekine eklediği sigarasını tüttürmek için beni de yanına alır balkona çıkardı. Bir şeylerden şikâyetçiydi hep. Aksayan bir şeyler vardı. Bir yandan şikâyetlerini anlatırken diğer yandan da mavi gözlerde nadiren görebileceğiniz bir sıcaklıkla, kendisi bile farkında olmadan aşkını anlatırdı. Zaman içerisinde aynı hedefe yönlenmiş pek çok kimsenin aşkları üzerine okuduğumda hepsinin de babamın bakışlarında özetlenen o imkânsız tanımı bir yerlerinden tutmaya çalıştıklarını görüp balkondaki çocuk kadar, belki ondan bile fazla heyecanlandığımı gördüm. Kelimeler babamın ağzından üzerini sis kaplamış bir derenin oluşturduğu çağlayanlar gibi dökülürken onu saran aşkın benim de yavaş yavaş içime işlediğini şimdilerde anlıyorum. Sözlerin çağlayanı, içimde kendisine göre bir mağara açıyor, mağarasına yerleşip katılaşıyor, katılaştıkça ısınıyordu…

Bir çocuk neden sevdiğini asla sorgulamaz. Sevgisine bir sebep aramak için uğraşmaz. Erkeklerse hep çocuk kalırlar. Zaman içerisinde sevgiye dair sordukları tek sebep sorusu, kendilerine yönelik sevgi üzerinedir: “Beni neden seviyor?”. Ancak kendi sevgisi için bir sebep aramaz. Arandığında bulunabilir, yine de bulunanlar cevabı tam olarak karşılamaya yeterli gelmeyecektir. Bir şeyler hep eksik kalır. Üstelik burada bahsetmeye çalıştığım sevgi mazoşist bir sevgidir. Tepegöz’ün yumurtası gibidir. Sopalar üzerimize indikçe artar bağlılık. İlk yarıda üç gol attıktan sonra, ayaklarımızı uzatıp rahatladığımızda üç gol yiyip bize feleğimizi şaşırttığında inadına artar sevgimiz. Gidip sekiz gol birden yediğinde kendi acımızı unutup bağrımıza basmak yaralarını sarmak isteriz. Buna izin vermese de… Aşk zaten karşılık bulamadıkça perçinlenmez mi? O bizi ittikçe yapışırız. En güzel ağabeylerimiz aşklarından kanser olup hayata veda ederken, bizde bu aşkın ilk kıvılcımlarının çakmasına sebep olanlara sövmek aklımıza gelmez.

Kim bilir kaç tane Türk filminde başrol oynayan köylü kızı dışarıdan müdahaleyle yalancı bir medeniyetin kıyafetine bürünüp kendisini horlayanlara günlerini göstermiştir. Oysa biz, ekranın diğer tarafındakiler o kızı, o köylü haliyle sevmişizdir. Şehirli urbalara büründüğünde dahi içinde olduğunu bildiğimiz köylü kızı özleriz. Her an eğreti kıyafetinden soyunup köylü haliyle geri dönecek umuduyla bekleriz. Arzum Apartmanı*’nda tutulduğum aşkın nesnesi de kendi arzusuna muhalif bir şekilde kıyafetlerinden soyunuyor, soyunduruluyor yıllardır. Yalnız arada büyük bir fark var. Köylü kızı yeni urbalarına bir öncekiler kadar uyumlu bir şekilde girse de benim aşkım yeni urbalarıyla bir canavara dönüşüyor. Bu dönüşüme bu sene de dur diyememiş olsak da köylü kızın, üstelik üzerine oturmayan kıyafetlerinden sıyrılmasını, tekrar bizim olmasını umutla, hırsla, öfkeyle bekliyoruz.

Amoris vulnus idem sanat, qui facit…
* Künh deyince, bu blog’un isim babası her ne kadar Gelibolulu Âlî olsa da Necip Fazıl’ın da bu büyülü kelimenin benim zihin dünyama girmesindeki katkısını yabana atmamam lâzım.
** Bu tanımı ve daha neleri bana hediye edene, dünyanın tüm teşekkürleri bir araya gelse de karşısında hiçbir kıymetleri olmayacağı için teşekkür etmiyorum.
*** Apartmanın isminden kelime oyunu yapmamak için kendimle nasıl bir savaş verdiğimi bilemezsiniz.

27 Ocak 2010 Çarşamba

Kim Kurmuş Bu Paradigmaları Biz Burada Yoğ İken

Doksanlı yılların sonuyla iki binli yılların başında tanıştım Cemal Kafadar’ın yazılarıyla. Şimdi yazılarından dört tanesini yeniden okuduğumda, aslında Cemal Kafadar’la o dönemde tanışmamış olduğumu algılayabiliyorum. Zira bahsi geçen zamanlarda Osmanlı tarihinin yerleşik söylemini içselleştirebilmiş değildim. Hiç bitmeyecek öğrencilik ve öğrenim sürecimin o kadar başındaydım ki tarih yazımının statükosuna yapılmış saldırıları anlayabilmem muhaldi. Kısacası Kafadar’ın kıymetini hakkıyla verebilmek için öncelikle ortanın üstü düzeyde bir tarihsel formasyona sahip olmanız gerektiğini söylüyorum.



Tanıtımını yapmaya çalışacağım kitap “Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken: Dört Osmanlı: Yeniçeri, Tüccar, Derviş ve Hatun” başlığını taşıyor ve Metis Yayınları arasından çıkmış. Farklı zamanlarda yazılmış dört makalenin birleşimi olan bu kitaptaki yazıların temel özelliği yerleşik kabullere eleştirel sorularla yaklaşıp bu kabullerin aslında kabullendiğimiz kadar kabullenebilir olmadığını göstermek.




Giriş” bölümünde karmaşık felsefî labirentlere dalmadan kitabı oluşturan düşünsel altyapıyı nasıl kurguladığının ipuçlarını veriyor. Bu bölümde Karac’oğlan’dan Cemal Süreya’ya uzanan geniş ölçekli göndermeler “nasıl” bir tarihçiyle karşı karşıya olduğumuzu da beyan ediyor. Sadece bu bölüm bile bir “nizamname tarihçisi”nin yazdığından çok daha fazlasını vaad ediyor. Felsefî temellerini gizli kapaklı da olsa sergilerken modernizmi tamamen reddetmeden post-modern yaklaşımını sergiliyor Kafadar, üstelik post-modernizmin adını anmadan.

Yeniçeri Nizamı’nın Bozulması” üzerine başlıklı ilk makale ele aldığı tek olaydan çok daha mühim bir meseleye temas ediyor. Bu mühim meseleye değinmeden önce bahsettiğimiz “tek olay” üzerine bilgi verelim. Kafadar bir yeniçeri hakkında bulduğu erken tarihli bir kayıt üzerine kurgulamış makalesini. Esasında böyle tek belgeden çıkış alan yazılar yoğun eleştiriler alır. Ancak Kafadar bu belgeyi yargı koymak ya da tespit yapmak için kullanmıyor. Ele alınan belgeden yeniçerimizin mal mülk edindiğini öğreniyoruz. Yeniçeri düzeni üzerine konulmuş yargılara ve yapılmış tespitlere muhalif bu belge üzerinden sorular ve sorgulamalar başlıyor. Lisans terbiyesi almış tarihçilerin kabullendikleri yargıları yeniden sorgulamalarını ihtar ediyor. Daha fazla ipucu vermeden bu bölümle ilgili yazdıklarıma son vereceğim. Tabi bir hususu daha eklemek lazım, bu kısacık yazının bir diğer önemi de çeşitli “milatlandırma” faaliyetlerinin ne kadar hatalı olabileceğine dair zihne soktuğu hançerler. “X tarihte Y kurumunda başlayan Z faaliyeti bahsi geçen kurumun bozulmasını başlatmıştır” gibi bir formülasyon kullanan yerleşik paradigmanın bu tutumunun bizi yanlışa götürdüğünü çok iyi açıklamış.

Ben ve Başkaları” ve “Mütereddit Bir Mutasavvıf” başlıklı makalelerin içeriğine dair hiçbir söz etmeyeceğim. Bu iki makalenin yapmaya çalıştığı faaliyet aynı olduğu için sadece bu faaliyetin ne idüğüne dair birkaç cümle yeterli olacaktır. Osmanlı tarih yazımının bir diğer genel-geçer yargısı on dokuzuncu yüzyıl öncesinde kişisel anlatının Osmanlı yazınında var olmadığına dairdir. Bu yargı da bireyleşmenin Batı’yla ilintili bir kavram olması ve Batılılaşma öncesi Osmanlı toplumunda bireyden bahsedilemeyeceği argümanıyla savunulagelmiştir. Dahası bu yargı temel alınarak o kadar çok sosyolojik tespit yapılmıştır ki şüphe etmeyi düşünmemişizdir bile. Neyse ki bizim için şüphe eden bir Cemal Kafadar var. Seyyid Hasan’ın “Sohbetname” adını verdiği güncesi ve Asiye Hatun’un rüyalarının bir derlemesinden hareketle Osmanlı literatüründe kişisel yazıların da var olduğunu bildiriyor. Bununla da kalmıyor yerleşik yargının felsefi olarak nasıl sorgulanması gerektiğini de detaylandırıyor. Bu iki makale üzerine ne kadar yazılsa az! Bu yüzden; en güzeli her ikisinin de özel bir dikkat sarf edilerek, açık bir zihinle okunması olacaktır.

Kitabın üçüncü bölümünü oluşturan ancak dördüncü bölüm (Mütereddid Bir Mutasavvıf) daha önceden konu edildiği için son olarak bahsedeceğimiz bölüm “Venedik’te Bir Ölüm” başlığını taşıyor. Artık bu tanıtım yazısı klişeleşmeye başladı. Sürekli kendi kendini tekrar ediyor. Yalnız burada bir suçlu varsa o da Cemal Kafadar’dır. Sanki oturup; “sorgulanmadan kabul edilen ne gibi yargılar varmış bakalım?” demiş ve başlamış hepsini bir bir yıkmaya. Türklerin ticaretle uğraşmayı, tüccarlığı aşağılık olarak gördükleri “bilgi”siyle ilk kez Mustafa Necati Sepetçioğlu romanları okumaya başladığımda karşılaşmıştım. Müthiş akıcı bir Türkçe’yle yazdığı romanlarında Sepetçioğlu ödün vermez milliyetçiliğiyle bize Türk’ün nasıl bir kimse olması gerektiğinin alfabesini verirken çerçilerden de bahseder. Savaşçı olması gerekir her Türk’ün ve savaşçıdır da. Sepetçioğlu kahramanları çerçileri aşağılar. Bu romanlardan yıllar sonra akademik tarih de Sepetçioğlu’yla aynı görüşleri daha burnu havada, reddedilmesi daha zor bir zorbalıkla kulağıma üflediğinde gerçeğin farklı olabileceğine dair şüpheye düşmedim. Osmanlı döneminde Türkler ticaretle uğraşmamışlardı. Türklerin aşağılık buldukları bu alanı gayr-i müslimler büyük bir hevesle doldurmuşlardı. Bu yüzden mal biriktirme kültürü, sermayedarlık Türkler arasında itibar bulamamış, sanayi devrimine entegre olamamıştık. Bu tez her şeyi açıklıyordu. Ne var ki ismiyle içeriğini çok başarılı bir şekilde gizlemeyi başardığı makalesinde Cemal Kafadar; bu yargıya da şerh düşmeyi ihmal etmiyor. Bizans’la ticaret yapan Türk paşaları, Adriyatik limanlarının zenginliğine doğrudan etki eden hatırı sayılır ölçüde Osmanlı tüccarı… Tüm bunların izleri hem Osmanlı kaynaklarından hem de Venedik kaynaklarından belgelendiriliyor. Osmanlı İktisat tarihinin yeniden ve yeniden ele alınması gerektiğini reddedilemez biçimde yüzümüze vuruyor. Bu bölümü makaleden uzunca bir alıntıyla sonlandıracağım:

“Türklerin ülkeler arası ticarete katılmadıkları, bunun da kültürlerarası iletişime izin vermeyen dinî ve kültürel tutumlar yüzünden olduğu kanısı Osmanlı araştırmalarında genelgeçerlik kazanmıştır. O kadar ki, yukarıda anılan -ve aslında iyi belgelenmiş ve özenli çalışmalardan alınma- kuşatıcı genellemelerin hiçbirini, özgün bir kaynağa atıfta bulunularak temellendirme gereği duyulmamıştır. Kafir’le ticaret konusunda Osmanlı ulemasından veya devlet adamlarından birinin görüşü zikredilmez. Benzer biçimde, kaynaklara dayandırılmış nicel bir çalışma olmadığı halde, ‘III. Selim’in hükümdarlığına kadar, imparatorluğun ticareti yabancı tüccarların elindeydi’ gibi kestirme bir sonuca varmak kabul görmüştür.”(s. 108)

Cemal Kafadar sadece bu dört makaleyi yazıp akademik hayatına son verseydi bile Osmanlı tarihine yaptığı katkının büyüklüğünü ölçebilmek son derece zor olacaktı. Bir de üstüne üstlük hala araştırıyor olmasını kendi adıma tehditkâr ve korkutucu buluyorum.