27 Ocak 2010 Çarşamba

Kim Kurmuş Bu Paradigmaları Biz Burada Yoğ İken

Doksanlı yılların sonuyla iki binli yılların başında tanıştım Cemal Kafadar’ın yazılarıyla. Şimdi yazılarından dört tanesini yeniden okuduğumda, aslında Cemal Kafadar’la o dönemde tanışmamış olduğumu algılayabiliyorum. Zira bahsi geçen zamanlarda Osmanlı tarihinin yerleşik söylemini içselleştirebilmiş değildim. Hiç bitmeyecek öğrencilik ve öğrenim sürecimin o kadar başındaydım ki tarih yazımının statükosuna yapılmış saldırıları anlayabilmem muhaldi. Kısacası Kafadar’ın kıymetini hakkıyla verebilmek için öncelikle ortanın üstü düzeyde bir tarihsel formasyona sahip olmanız gerektiğini söylüyorum.



Tanıtımını yapmaya çalışacağım kitap “Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken: Dört Osmanlı: Yeniçeri, Tüccar, Derviş ve Hatun” başlığını taşıyor ve Metis Yayınları arasından çıkmış. Farklı zamanlarda yazılmış dört makalenin birleşimi olan bu kitaptaki yazıların temel özelliği yerleşik kabullere eleştirel sorularla yaklaşıp bu kabullerin aslında kabullendiğimiz kadar kabullenebilir olmadığını göstermek.




Giriş” bölümünde karmaşık felsefî labirentlere dalmadan kitabı oluşturan düşünsel altyapıyı nasıl kurguladığının ipuçlarını veriyor. Bu bölümde Karac’oğlan’dan Cemal Süreya’ya uzanan geniş ölçekli göndermeler “nasıl” bir tarihçiyle karşı karşıya olduğumuzu da beyan ediyor. Sadece bu bölüm bile bir “nizamname tarihçisi”nin yazdığından çok daha fazlasını vaad ediyor. Felsefî temellerini gizli kapaklı da olsa sergilerken modernizmi tamamen reddetmeden post-modern yaklaşımını sergiliyor Kafadar, üstelik post-modernizmin adını anmadan.

Yeniçeri Nizamı’nın Bozulması” üzerine başlıklı ilk makale ele aldığı tek olaydan çok daha mühim bir meseleye temas ediyor. Bu mühim meseleye değinmeden önce bahsettiğimiz “tek olay” üzerine bilgi verelim. Kafadar bir yeniçeri hakkında bulduğu erken tarihli bir kayıt üzerine kurgulamış makalesini. Esasında böyle tek belgeden çıkış alan yazılar yoğun eleştiriler alır. Ancak Kafadar bu belgeyi yargı koymak ya da tespit yapmak için kullanmıyor. Ele alınan belgeden yeniçerimizin mal mülk edindiğini öğreniyoruz. Yeniçeri düzeni üzerine konulmuş yargılara ve yapılmış tespitlere muhalif bu belge üzerinden sorular ve sorgulamalar başlıyor. Lisans terbiyesi almış tarihçilerin kabullendikleri yargıları yeniden sorgulamalarını ihtar ediyor. Daha fazla ipucu vermeden bu bölümle ilgili yazdıklarıma son vereceğim. Tabi bir hususu daha eklemek lazım, bu kısacık yazının bir diğer önemi de çeşitli “milatlandırma” faaliyetlerinin ne kadar hatalı olabileceğine dair zihne soktuğu hançerler. “X tarihte Y kurumunda başlayan Z faaliyeti bahsi geçen kurumun bozulmasını başlatmıştır” gibi bir formülasyon kullanan yerleşik paradigmanın bu tutumunun bizi yanlışa götürdüğünü çok iyi açıklamış.

Ben ve Başkaları” ve “Mütereddit Bir Mutasavvıf” başlıklı makalelerin içeriğine dair hiçbir söz etmeyeceğim. Bu iki makalenin yapmaya çalıştığı faaliyet aynı olduğu için sadece bu faaliyetin ne idüğüne dair birkaç cümle yeterli olacaktır. Osmanlı tarih yazımının bir diğer genel-geçer yargısı on dokuzuncu yüzyıl öncesinde kişisel anlatının Osmanlı yazınında var olmadığına dairdir. Bu yargı da bireyleşmenin Batı’yla ilintili bir kavram olması ve Batılılaşma öncesi Osmanlı toplumunda bireyden bahsedilemeyeceği argümanıyla savunulagelmiştir. Dahası bu yargı temel alınarak o kadar çok sosyolojik tespit yapılmıştır ki şüphe etmeyi düşünmemişizdir bile. Neyse ki bizim için şüphe eden bir Cemal Kafadar var. Seyyid Hasan’ın “Sohbetname” adını verdiği güncesi ve Asiye Hatun’un rüyalarının bir derlemesinden hareketle Osmanlı literatüründe kişisel yazıların da var olduğunu bildiriyor. Bununla da kalmıyor yerleşik yargının felsefi olarak nasıl sorgulanması gerektiğini de detaylandırıyor. Bu iki makale üzerine ne kadar yazılsa az! Bu yüzden; en güzeli her ikisinin de özel bir dikkat sarf edilerek, açık bir zihinle okunması olacaktır.

Kitabın üçüncü bölümünü oluşturan ancak dördüncü bölüm (Mütereddid Bir Mutasavvıf) daha önceden konu edildiği için son olarak bahsedeceğimiz bölüm “Venedik’te Bir Ölüm” başlığını taşıyor. Artık bu tanıtım yazısı klişeleşmeye başladı. Sürekli kendi kendini tekrar ediyor. Yalnız burada bir suçlu varsa o da Cemal Kafadar’dır. Sanki oturup; “sorgulanmadan kabul edilen ne gibi yargılar varmış bakalım?” demiş ve başlamış hepsini bir bir yıkmaya. Türklerin ticaretle uğraşmayı, tüccarlığı aşağılık olarak gördükleri “bilgi”siyle ilk kez Mustafa Necati Sepetçioğlu romanları okumaya başladığımda karşılaşmıştım. Müthiş akıcı bir Türkçe’yle yazdığı romanlarında Sepetçioğlu ödün vermez milliyetçiliğiyle bize Türk’ün nasıl bir kimse olması gerektiğinin alfabesini verirken çerçilerden de bahseder. Savaşçı olması gerekir her Türk’ün ve savaşçıdır da. Sepetçioğlu kahramanları çerçileri aşağılar. Bu romanlardan yıllar sonra akademik tarih de Sepetçioğlu’yla aynı görüşleri daha burnu havada, reddedilmesi daha zor bir zorbalıkla kulağıma üflediğinde gerçeğin farklı olabileceğine dair şüpheye düşmedim. Osmanlı döneminde Türkler ticaretle uğraşmamışlardı. Türklerin aşağılık buldukları bu alanı gayr-i müslimler büyük bir hevesle doldurmuşlardı. Bu yüzden mal biriktirme kültürü, sermayedarlık Türkler arasında itibar bulamamış, sanayi devrimine entegre olamamıştık. Bu tez her şeyi açıklıyordu. Ne var ki ismiyle içeriğini çok başarılı bir şekilde gizlemeyi başardığı makalesinde Cemal Kafadar; bu yargıya da şerh düşmeyi ihmal etmiyor. Bizans’la ticaret yapan Türk paşaları, Adriyatik limanlarının zenginliğine doğrudan etki eden hatırı sayılır ölçüde Osmanlı tüccarı… Tüm bunların izleri hem Osmanlı kaynaklarından hem de Venedik kaynaklarından belgelendiriliyor. Osmanlı İktisat tarihinin yeniden ve yeniden ele alınması gerektiğini reddedilemez biçimde yüzümüze vuruyor. Bu bölümü makaleden uzunca bir alıntıyla sonlandıracağım:

“Türklerin ülkeler arası ticarete katılmadıkları, bunun da kültürlerarası iletişime izin vermeyen dinî ve kültürel tutumlar yüzünden olduğu kanısı Osmanlı araştırmalarında genelgeçerlik kazanmıştır. O kadar ki, yukarıda anılan -ve aslında iyi belgelenmiş ve özenli çalışmalardan alınma- kuşatıcı genellemelerin hiçbirini, özgün bir kaynağa atıfta bulunularak temellendirme gereği duyulmamıştır. Kafir’le ticaret konusunda Osmanlı ulemasından veya devlet adamlarından birinin görüşü zikredilmez. Benzer biçimde, kaynaklara dayandırılmış nicel bir çalışma olmadığı halde, ‘III. Selim’in hükümdarlığına kadar, imparatorluğun ticareti yabancı tüccarların elindeydi’ gibi kestirme bir sonuca varmak kabul görmüştür.”(s. 108)

Cemal Kafadar sadece bu dört makaleyi yazıp akademik hayatına son verseydi bile Osmanlı tarihine yaptığı katkının büyüklüğünü ölçebilmek son derece zor olacaktı. Bir de üstüne üstlük hala araştırıyor olmasını kendi adıma tehditkâr ve korkutucu buluyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder